İyi romanların hepsi üzücü hikâyeleri mi anlatır?
Yazar mutlu şeyler yazamaz mı? Yazar yaşadığı çağın meselelerini, dertlerini yazar. Huzurunu kaçıranları, canını acıtanları, kafasından atamadıklarını yazar. Zaten böyle dertleri olan yazarın eseri kendiliğinden bunlardan etkilenir, çaba göstermesine gerek kalmaz.
Füsun Çetinel
azar günceli yakalamak için yazmaz. Okuyucu istiyor diye hiç yazmaz. Gündeme gelmek için yazmaz. İyi yazar olabilme kaygısıyla yazmaz. Ben yazar olmak istiyorum, diye yazmaz.
Yazar ayak uydurmak için değil, meydan okumak için yazar!
Bizde iz bırakan eserler hep mutsuzlukları anlatan hikâyelerdir.
Marguerite Duras kendi yazdıkları için anarşist metinler benimkiler, diyor. Gerçekten de ayak uyduran değil, meydan okuyan, baş kaldıran metinler onun yazdıkları. Zaman atlamaları, değişken anlatıcısı, farklı zaman kiplerini bir arada kullanması, gömmeleri, çıplaklığı, kural tanımazlığı ile eleştirmenlere, okuyuculara ve yayıncılara baş kaldırıyor. Alacakaranlıktaki satırları hep çocukluğunda yaşadığı mutsuzluğunu, sevgisizliğini, vahşiliğini, bir yere ait olamamayı anlatıyor.
Herman Melville, Moby Dick’i yayınladığında okuyucu romanın gerçek değerini anlayamıyor. Tek saplantısı beyaz balinaya saldırıp öldürmek olan çılgın bir kaptanın hikâyesi olarak algılanıyor roman. İçindeki metaforları, aynaları, simgeleri görmüyorlar. Melville bu başarısızlık ve hayal kırıklığının ardından, “Okuyucunun istediği hikâyeleri yazmamayı tercih ediyorum’’, “Ben okuyucuya ayak uydurmamayı tercih ediyorum’’ diyebilmek için Kâtip Bartleby’yi yazıyor. Mutlu bir hikâye anlatmıyor Bartleby. Yapmamayı, yememeyi, duvarların içinden çıkmamayı ve sonunda yaşamamayı tercih ederek ölüme kadar gidiyor.
James Joyce’un Dublinliler’i insanın içine oturan bir öykü kitabı. Taşralılığa başkaldırışın hikâyesini yazıyor Joyce. Din, aile, feodal toplum, örf ve adetler, kadının kadına bakışı, Dublinli olma hali karakterleri paralize ediyor. Karar veremeyen, değişmekten korkan karakterler hepsi de. Hiç kimsenin hikâyesi mutlu bitmiyor bu kitapta.
Sadegh Hadayet (Sadık Hidayet) kendi varlık rüyasını kâbusa çeviren ifritin pençesinde yazıyor. Fakirlik, hastalık, cahillik, batıl inançlar, ölüden yardım umulması, falcılık, cincilik, hatalı evlilikler, kumalık ve “siga” düzeni, bencillik, sevgisizlik, ikiyüzlülük, gerçek hayata katlanamayarak mistik hayata ve inzivaya kaçışı anlatıyor. İranlı yazarın yazdıkları hep karanlık şeyler, afyon, cinayetler ve intihar.
Bence yazarlar, yazdıkları üzücü hikâyeleriyle yeryüzüne meydan okuyan, başkaldıran cesur yaratıklar. Zaten bu cesaretleri sayesinde yarına kalıyorlar.